Ocak ayında temmuz sıcağı / Hasan Murat Doğan
Gazeteci Tayfun Talipoğlu’nun güzel anısına, özlemle Bir haftadır sık aralıklarla yağan kar, buz tutmuş yerler, bıçak gibi kesen ayaz dışarıda. Pazar günü tembelliği, umarsızlığı, yolda olan haftanın önden gelen keyifsizliği. Kötü havaya rağmen, dışarı çıkma isteğindeydim. İçeriden görülen sisli, puslu, siyah hava bu isteği kırmaya zorlasa da, kafa ve iç karışıklığı dışarıya itiyordu. Saat on iki civarı dışarı çıktım. Arabayla gidip, gitmeme kararsızlığını bir süre yaşadıktan sonra, kontağı birkaç kez çevirdim, içerisi buz kesiyordu. Nereye gideceğimi bilmiyordum. ‘Kervan yolda düzülür’ düşüncesiyle, otoparktan çıktım. Aslında araba böyle durumlarda nereye gideceğini biliyordu, çokça yaşamıştı bu duyguyu. İnceden yağan kar, günlerin buzunu taşımaktan bezmiş yollar, arabayla çıkmanın pişmanlığını artırmıştı. Kayıp durarak, korkup rahatlayarak, her zamankinin üç katı sürede varmıştım. Tek olumlu şey, park yeri bulmanın kolaylığıydı. Yüzümü, elimi yırtan soğukla kapıyı kilitledim ve kafenin bahçesine girdim. Sendeleyip, düşeyazdıktan sonra, her zamanki oturduğum masaya vardım. Neyse ki yukarıdan geçen boru iyi yanıyordu. ‘’Ağabey hoş geldin, ağabey bu havada da mı dışarıda oturacaksın?’’ ‘’İçerisi çok kalabalık, baksana gürültü ta buraya kadar geliyor.’’ ‘’Bıranç saati ağabey biliyorsun, her zamankiyle mi başlayacaksın?’’ Her seferinde aynı şeyi sormasına hafif kızarak, yüzüne bakmadan, hafif bir baş eğmesiyle yanıtladım. Kalın palto, yün atkı, cepteki eller, yukarıdaki uzun boru en azından titremeyi önlüyor, zor da olsa oturulabilir bir sıcaklığı sağlıyordu. Garson gittikten sonra fark ettim, benim masanın üç metre ilerisinde, çaprazda bir masa daha doluydu. Diğer tüm masaların sandalyeleri kaldırılmıştı. Telefonu biraz kurcaladıktan sonra, cebime koydum, masaya göz attım. Dört kişiydiler. Yüzü bana dönük olanı daha önce aynı kafede üç dört kez görmüştüm, ünlü bir gazeteci, televizyoncuydu. Elli yaşlarında, yuvarlak camlı çerçevesiz gözlüklü, birkaç günlük traşlı, saçının önünün yan tarafları hafiften dökülmüş. Ne konuştuklarına pek kulak vermiyordum, ama genelde gazeteci konuşuyordu. Öbürleri de keyifle, çoğunlukla da kahkahayla soğuk havayı deliyordu. Masalarına kahveler konuyor, çaylar kalkıyor, kahveler kalkıyor, çaylar konuyordu. Gazeteci anlatmaktan içeceğini soğutuyor, garson sıcağını getiriyordu. Garsonun masama kahveyi koyduğunu fark etmemiştim bile. Önümüzdeki hafta yapmam gereken işleri kafamda düzenlenmeye çalışıyordum, ama hafta yetmiyordu, bu da içimi daha da dağıtıyordu. Kahveden bir yudum aldım, açık alana baktım, kar daha da hızlanmıştı. Arada bir, gazeteci ile göz göze geliyorduk, gözlerimizi kaçırıyorduk. Kimileri kafenin kapısından buz, soğuk korkusuyla, paltolarına daha da bir sarılarak çıkıyordu. Yeni gelenler de soğuktan, kaymaktan bir süre de olsa uzaklaşarak, sıcak denize girecekmiş hazzıyla kapıya koşuyorlardı. Kafamı derleyip, toplamakta başarısızdım. Etrafı anlamsız bakışlarla süzerek, kafamın içindekileri kendi hallerine bırakmaya çalışıyordum. ‘’Ağabey, içmemişsin kahveyi, yenisini getireyim mi?’’ ‘’Yok, sen bana kazandibi getir.’’ Kötü havanın önümüzdeki günlerde işe gitme, gelme konusunda sıkıntı yaratma konusu, yeni bir kaygı yaratmıştı. Bu arada gazeteci yol hikayeleri anlatıyor, dinleyiciler pür dikkat sözünü kesmeden dinliyordu. Tatlıyı masama koyan garson, onlardaki boşları toplarken, gazeteci garsonla şakalaşıyordu. Karın son durumuna bakmak için, başımı sola çevirdiğimde, yaşlı bir amcanın bahçeye girdiğini gördüm. Küçük küçük ve ürkek adımlarla gazetecinin bulunduğu masaya ilerliyordu. Amca yetmiş beş yaş civarındaydı, çok zayıftı, paltosuzdu. Üzerindeki sarı pantolon ve takımı olan ceketin çok uzun yıllardır üzerinde olduğu anlaşılıyordu. Üzerimdeki palto ve atkıdan utanarak, başımı önüme eğdim, tatlıyı gördüm, başımı tekrar sola çevirdim. Amcanın elindeki yirmi tane civarı elbise askısı, amcayla beraber titriyordu. Aramızdaki beş metre civarı uzaklığa rağmen, buz tutmuş karla karışmış aynı renkteki uzun bıyıklarını ve bir haftalık sakalını seçebiliyordum. Amca gazetecinin masasına birkaç adım kala ürkerek durdu, titriyordu. İki elindeki askılara sanki dayanarak ayakta zor duruyordu. ‘’Amca hoş geldin, askı mı satıyorsun? Gel yaklaş, korkma.’’ dedi gazeteci dostça tavrı ve ipeksi sesiyle. Amcanın sadece ağız oynatmasını gördüm, belli ki sesi de donmuştu. ‘’Alırız askılarından, sen hele gel şu sobanın altına otur.’’ diyerek, arka sağ çaprazındaki masayı gösterdi. Gazetecinin el işaretine içeriden hemen koşan garsona: ‘’Amcaya önce hemen bir sandalye getir, sonra da hemen sıcak bir çorba getir.’’ Sesinin buzu biraz da olsa çözülen amca utangaç bir sesle: ‘’Ben gideyim oğul.’’ ‘’Hele gidersin, çorbanı iç, biraz ısın, acelen ne? Daha askı alacağız hem.’’ Çorbayı masaya koyan garsonu baş hareketiyle yanına çağırdı: ‘’Sen amcaya köfte de yaptırt, sonrasında tatlı, tuzlu, çay, getir işte.’’ Arkasına dönüp, amcanın çorbayı içmeye başladığını görünce, hoşnut bir yüzle geri döndü. Amca titremesi biraz azalmış olan eliyle, çorbayı yavaş yavaş içiyordu, gizli ve sanki kötü bir şey yapmanın ürkekliğiyle yine. ‘’ Ağabey yememişsin kazandibini, beğenmedin mi?’’ ‘’Yiyeceğim, acelesi yok.’’ Gözümü amcadan alamıyordum: bembeyaz saçı, sakalı, rengi uçmuş kırışık yüzü, damarları sanki üzerlerinden fırlayacakmış gibi olan elleri, gömleği, ceketi, masaya üst üste dizdiği askıları. Kaşığı elime aldım, kazandibine değdirmekten vazgeçerek, tekrar yerine koydum. Kafamda bir şey kalmamıştı, az önce ne düşündüğümü bile unutmuştum. Ellerimi ceplerimden çıkarttım, paltomun düğmelerini çözdüm, atkıyı biraz gevşettim. On beş, yirmi dakika sonra amcanın yavaş hareketlerle kalkmaya çalışırken, askıları da toparlamaya çalıştığını gördüm. Askıların takırtısını duyan gazeteci, arkasına dönerek: ‘’Doydun mu amca?, dur kalkma, daha askı almadık, çay içtin mi?’’ Açılmış, ama ürkekliği geçmemiş yorgun sesiyle: ‘’İçtim oğul, sağ ol, kalkayım artık.’’ ‘’Afiyet olsun amcacığım, söyle bakalım askıyı kaçtan veriyorsun?’’ ‘’Yirmi lira oğul.’’, sanki ayıp bir şey söylemenin utancıyla. ‘’Kaç tane var elinde?’’ ‘’Yirrrrmi’’, sesi yine titreyerek. ‘’Tamam, sen askıları hiç kaldırma masadan.” derken, elini arka cebine atıp, cüzdanından çıkardığı banknotları saymaya başladı. Ayağa kalktı, parayı ayaktaki amcaya uzattı. Elindeki banknotlara bakan amca: ‘’Bu çok oğul, dört yüz lira vereceksin.’’ ‘’Sen boş ver şimdi, çoğunu, azını, benim saymam zayıftır, hadi kal sağlıcakla, dolaşma artık dışarılarda, ben buraya sık gelirim, yine karşılaşırız belki.’’ Amcanın gözündeki damlanın, tutmaya çalışmasına rağmen, parladığını görmüştüm. Kar, dondurucu soğuk, buz, iç karışıklığı, hepsi silinmişti. Kar durmuş, masmavi bir aydınlık yeri, göğü kaplamıştı. Ayaklarımızın altındaki kar, buz erimişti, masmavi, pırıl pırıl, tertemiz bir denizin içerisindeydi artık masalarımız. Palto, atkı, ceket uçmuş, yazlık, tiril tiril kıyafetlere bürünmüştük. Artık donduran Ocak soğuğu gitmişti, Temmuz sıcağı içimizi, dışımızı kuşatmıştı. Amca yine titrek ve küçük hareketlerle, masadan arkasına dönmeye çalışırken, yetişip, boynuna sarılarak, hüngür hüngür ağlamak istedim. Sonrasında gazetecinin boynuna sarılıp: ‘’Tayfun ağabey, sen ne güzel bir adammışsın, Ocak ayında bizi Temmuz sıcağıyla kapladın, var ol.’’ diyebilmeyi hayal ettim. Kendime geldiğimde, amca gitmiş, gazeteci ve masasındakiler ise kalkma hazırlığındaydı. ‘’ Ağabey bugün sende bir haller var, tatlıyı da yememişsin, hasta mısın ağabey? Paltoyu, atkıyı da atmışsın, bak soğuktan gözlerinden yaş gelmiş, yoksa ağladın mı?, anlamadım.’’ Garsonu konuşmasından önce fark etmemiştim. Elimin tersiyle gözlerimi sildim. Bu arada gazetecinin masası boşalmıştı. Keşke elbise askılarından birini gazeteciden isteseydim diye düşündüm. Evin baş köşesine koyup, hiçbir zaman üzerine bir şey asılmadan öylece durmalıydı. Tüm insanlığa belki hep boş kalacak bu askılardan dağıtmalıydık, insanlığımızı bir elbise gibi üzerimizden hiç çıkartmamayı unutmamak için. İçerideki garsona hesap işareti yaptım. Hasan Murat Doğan
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR